|
 |
İMAM KEVSERÎ
Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra
Çev: Nizameddin İBRAHİMOLU
1.Müslümanlar, yaklaşık bir yıldan fazla bir
zaman önce,
dünya hayatının kötülüklerinden sakınarak ruhlarını yücelten,müminlerin Allah’a ibadete yöneldiği gibi ilme yönelen
İslam alimlerinden birini kaybetmiştir. Zira o, ilmin
ibadetlerden biri olduğunu ve alimin bilgisiyle, başkasının
rızasını değil, Allah’ın rızasını kazanmak istediğini,
yeryüzünde prestij sağlamak, fesat çıkarmak, makam ve
mevkilerin gücünü kullanmak gibi gayeler gütmediğini,
bilgisini dünyalık menfaatler elde etmek için kullanmadığını,
ancak Allah’ın (c.c) razısını kazanmak için, ilmiyle hakkı
desteklediğini biliyordu. İşte İmam Kevseri böyle bir zat idi.
Allah rahmet eylesin ve Allah ondan razı olsun.
Kanaatimce bu yıllarda vefat eden alimlerin hiç
birinin yeri Kevseri’nin yerinin boş kaldığı gibi boş
kalmamıştır. Çünkü o, ilmi geçim kapısı veya herhangi bir
amaca ulaşmak için bir basamak olarak kullanmayan, aksine onu
en üstün amaç ve hayal ettikleri en yüce makam olarak gören
Selef-i Salihîn’in günümüzdeki bir temsilcisiydi. Zaten dinî
ilimlerin ötesinde, ne müminin elde etmeyi amaçlayacağı bir
gaye, ne de alimin ulaşacağı bir hedef vardır.
Kevseri “Alimler peygamberlerin varisleridir”
sözünün kendisinde gerçekleştiği bir alimdi. O, bu varisliği,
kendisiyle övüneceği ve insanlara tepeden bakmasını sağlayacak
bir onur olarak görmüyordu. Aksine İslam dininin yayılması,
gerçeklerinin açıklanması, dinin özüne yönelik şüphelerin yok
edilmesi, onun insanlara açık, net ve berrak bir şekilde
sunulması, böylece onların dinin ışığına yönelmeleri ve
karanlıkta bu ışıkla yollarını bulmaları uğrunda kutsal bir
mücadele olarak değerlendiriyordu. Bu varislik, alime,
peygamberlerin mücadele ettiği gibi, mücadele etme, onların
üzüntü ve sıkıntılara sabrettikleri gibi sabretme ve doğru
yola davet ettikleri kişilerden çektikleri gibi sıkıntılara
uğrama sorumluluklarını yükler. Bu varislik ancak gereğini
ifade etmiş görevini bilip hakkıyla yerine getirmiş olanlar
için bir şereftir. İmam Kevseri de böyle bir zat idi.
2.Bu Büyük imam, ne yeni bir mezhep kurmuş ne
de daha önce örneği bulunmayan yepyeni bir davanın davetçisi
olmuştur. Günümüzde halkın reformcu diye nitelediklerinden
biri asla olmadığı gibi, onlardan daima uzak durmuştur.
Hakikaten o bir “müttebi”dir, “mübtedi”değildir. Buna rağmen
diyorum ki : O “tecdit” kelimesinin gerçek anlamı ile
“müceddit”lerden biri idi; çünkü “tecdit”, insanların bugün
algıladığı gibi, bağlarından sıyrılarak peygamber devrini
reddedip görmezden gelmek değil, dine güzellik ve canlılığını
yeniden kazandırmak, din hakkındaki şüpheleri yok etmek, dini
insanlara, özündeki gibi saf, aslındaki gibi arı duru olarak
sunmaktır. O halde sünneti yaşatmak, bidati yok etmek ve halk
arasında dini dimdik ayakta tutmak “tecdit”tir.
İşte doğru ve hakkıyla “tecdit” budur. İmam
Kevseri, peygamberin sünnetini ihya vazifesini ifa etmiş,
tarihin kıvrımları arasında gizli kalan sünnetle ilgili
eserleri gün ışığına çıkarmış, ravilerinin metotlarını
açıklamış, yazdığı makaleler ve telif ettiği kitaplarla
peygamberin (s.a.v) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetini
insanlara sunmuştur. Sonra da geçmişte sünnet üzerinde
çalışan, ona hakkıyla sahip çıkan alimlerin çalışmalarına
yoğunlaşarak, onların sünneti ihya etme amacına yönelik
gayretlerini toplayan eserlerini yayınlamıştır. Böylelikle din
sevgisi ruhlara aşılandı, kalpler kötülüklerden arındı, dünya
işleri alimleri ahiretten alıkoymadı. Alimler hiçbir zaman
sultanların emrinde olmadılar.
3.Kevseri, gerçek bir alimdi. Onun bu yönünü
alimler de biliyordu, ancak çok azı onun kutsal mücadelesinin
farkına varmıştı. Onu ilk karşılaşmamızdan yıllar önce hakkın
ışığını yansıtan yazıları ve neşrettiği el yazmalarına düştüğü
notlarla tanıdım. Vallahi bazen el yazması eser karşısındaki
ilgim, üzerindeki notları koyan karşısındaki hayranlığıma göre
zayıf kalıyordu. Bazen yazma, küçücük bir risale oluyor,
Kevseri’nin notları onu hatırı sayılır bir kitap haline
getiriyordu. Yorumlarında daha ilk bakışta derin kavrayışı,
büyük birikimi ve sahip olduğu geniş ufuk göze çarpıyor,
üstelik bunlara anlatım güzelliği, anlam inceliği, eleştirme
gücü, hedefe isabet, düşünce ve yazıya hakimiyet eşlik
ediyordu. Bundan dolayı, okuyucu onun Arap olmadığını, yabancı
olduğunu, aklının ucundan bile geçirmezdi.
Aşırı tevazuundan dolayı, kitap isimlerinin
yanına, Osmanlı döneminde ifa ettiği resmi görevini yazmazdı.
Çünkü o, alimin onuru resmi görevi ile değil, ancak ilmi
çalışmaları ile kazandığını biliyordu. Anlamlarının
inceliğinin yanı sıra, metinlerinin kusursuz yapısı, anlatım
kudreti ve güçlü üslubu nedeniyle bazı okuyucuları onun bir
Türk yazar olduğunu akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar,
aksine Arap olduğunu, Arap olarak büyüdüğünü, Arap olarak
yaşadığını, Arap memleketlerinden hiç dışarıya çıkmadığını
sanıyorlardı.
Bunda şaşırılacak bir şey yok; o soyca,
çocukluk yıllarında ve İstanbul’daki normal hayatı süresince
Türk, ancak ilmi çalışmalarına gelince, halis bir Arap idi,
Arapça dışında hiç bir şey okumuyor, aydınlık zihnini, sadece
Muhammedi Arap nuru ile dolduruyordu. Bu nedenle sadece, temel
Arap çizgisine sonradan bulaşmış olan her türlü üslup
özelliklerinden uzak arı-duru bir Arapçayla yazıyordu. Hatta
fesahat yönünden hiç bir tartışmaya konu olmayan fasih
ifadeleri seçerek kullanıyordu. Bu, onun nahiv ve belagat
alanlarındaki dil kitaplarına ne kadar vakıf olduğunu
göstermektedir. Dahası Arapça şiirler yazıyor, şiirleri de
beğeniliyordu.
4.Kevseri’nin bazı özelliklere sahip olması,
onu yüceltti ve onu İslam dünyasında örnek kıldı. O ilmi
ticarete tercih etti. Doğuya ve Batıya gösterdi ki, Müslüman
alimin vatanı İslam topraklarıdır. O, dini hususunda
kalitesizliğe ve bayağılığa asla razı olmaz, İslam dinini hor
görene de yumuşak davranmazdı. Ona göre Allah’tan ve
hakikatten başka bir irade söz konusu olamaz. Bir
ülkede gerçeği söyleyemiyorsa, İslam dininin emirleri
yüceltilmiyorsa, Müslüman alimin orada yaşaması doğru olmaz.
İsterse orası doğup büyüdüğü, kültürüyle beslenip yetiştiği öz
vatanı olsun. Çünkü alim, maddi yönü ile değil ruhu ile,
geçici istekleri ile değil, sonsuz gerçeklerle yaşar. Allah
katında ve ahirette seçkin olmak ona yeter. Dünyanın ve dünya
ehlinin güç ve makamlarına gelince bunlar geçici bir gölge,
değişken bir niteliktir.
5.Bu büyük alimin hayatına kısaca bir göz
attığımızda, görürüz ki, o yokluklar ve sıkıntılar karşısında
dirençli, samimi ve mücadeleci bir alimdir. İslam ülkelerinde
gezmiş, musibetlerle karşılaşmış, yerleşip kaldığı her yerde
aydınlığı ve bilgiyi yaymıştır. Bölge bölge İslam topraklarını
dolaşmış, gittiği her yerde onun tatlı kaynağından kana kana
içen, gönüllerinde onun samimiyet ve iman dolu ruhunu yansıtan
öğrenciler yetiştirmiş, bu arada bilgiyi hiçbir gösteriş ve
eğrilik bulaştırmadan bütün saflığıyla sunmuş, Allah’ın
kendisine verdiği ömür süresince, insanların hoşnut olmasına
veya öfkelenmesine aldırmaksızın, hakkı söylemeyi
sürdürmüştür.
Öyle görünüyor ki, bütün bu güzel nitelikler
onun damarlarında dolaşan kanda mevcuttu. Çünkü o,
çocukluğundan itibaren mücadelenin içinde, gerçeğin/doğrunun
peşinde oldu. Ailesinde takva, irade, cihat yolunda
dayanıklılık ve sabır özellikleri vardı. O, direnişin,
kuvvetin, beden ve ruh güzelliğinin, düşünce sağlamlığı ve
derinliğinin yurdu Kafkasya’dan gelme bir ailenin çocuğuydu.
Babası Kafkasya’dan İstanbul’a göçtü. Kevseri,
hidayetin ve hakkın egemen olduğu bir ortamda dünyaya geldi.
Dini ilimler tahsilini, yaklaşık yirmi sekiz yaşında pekiyi
derece ile bitirdi. Ardından hocalık basamaklarında
yükselerek, genç yaşta en yüksek mertebeye ulaştı. Derken,
dünyaya kendi arzularına göre yön vermek maksadıyla, dünyayı
önceleyenlerle karşılaşınca, gençliğinin baharında,
arzuların çiçeklendiği, gençlik duygularının kaynaştığı bir
çağda olmasına rağmen onları gözetlemeye koyuldu, dinini
onların dünyasına, yeğledi. Lüks bir hayat yaşamaktansa,
İslam’ın, değerlerini savunmayı tercih etti. Hatta Allah’ın
rızasına matuf sürekli bir sıkıntıyı, insanların ve dünya
işlerini ellerinde tutanların rızasını kazandıran refah
içindeki bir hayata üstün tuttu. Zira Allah’ın rızasını
kazanmak imanın en üst mertebesidir.
6.O devirde devlet otoritesini ellerinde
bulunduran İttihatçılar, dini okulların alanını daraltmak ve
ders saatlerini kısmak istediklerinde, onlara karşı mücadele
verdi. Allah razı olsun Kevseri, bu kısaltma operasyonlarının
dini tedrisatı budamaya yönelik olduğunu anladı ve çare
aramaya koyuldu. Düşündü, taşındı, ölçtü biçti, sonuçta
onların bu isteğini boşa çıkardığı gibi, plandaki süreleri de
uzattı. Çünkü bu sayede İslami ilimler öğrencisi, bu ilimlere
derin bir vukuf kazanma, aldığı bilgileri hazmetme imkanı
bulacaktır. Özellikle de Arap Dili ile eğitim alan yabancı bir
öğrenci düşünüldüğünde.
7.İmam Kevseri yükselmek için makam sahiplerine
dayanmayan, bir arzusunu gerçekleştirmek veya ne kadar büyük
olursa olsun, bir amacına erişmek için hiçbir zaman makam -
mevki sahiplerine dalkavukluk etmeyen, her haliyle saygın ve
onurlu bir alim olmuştur. O, Yüce makamlara ancak sağlıklı
yolların ve doğru metotların ulaştırabileceğine inanırdı.
Onurlu biri, şerefli bir amaca ancak ruhu zilletten koruyarak
ulaşabilir. Çünkü ulu bir kişiye ancak onun gibi ulu biri
ulaştırabilir. Dünyadaki güç ve iktidar sahiplerine dayanıp
güvenmekle kazanılacak hiçbir şeref yoktur. Zira kim onlara
dayanıp güvenirse Cenab-ı Allah katında değerli bir kul
olamaz.
8.O, (r.a) yüce ilimler (meâlî) yolunda büyük
bir azimle çalıştı, gayret gösterdi. Sonuçta Türkiye’de
şeyhülislam oldu. O, makamın hakkını bilenen insanlardandı.
Dolayısıyla iktidar sahibi ne kadar otoriter ve güçlü olursa
olsun, hiçbir konuda onu razı etme uğruna haddi aşmadı.
Görevin gerektirdiği çizgiyi korumak uğruna, görevinden
alınmayı kabul etti; hak yolunda her şeyinden vazgeçmek,
batılın peşine takılıp gitmekten iyidir.
9.Kevseri, şeyhülislamlık görevinden azledildi;
ancak başkanlığını yaptığı mecliste kaldı ve bir zamanlar
başkanlığını yaptığı mecliste üyeliğe indirilmesinde hiç bir
sakınca görmedi, zira bu tenzil-i rütbenin sebebi, onurlu bir
durum olduğu sürece ona göre makbuldür. Gerçekten de yüce
ruhluluk, çalışanın amir ya da memur olarak çalışmasına engel
değildir. Hadd-i zatında izzetin kaynağı Cenab-ı Hak’tır ve
onu mübarek kılan da odur.
10.Ancak şerefli, dürüst ve takva sahibi alim,
en çetin sınavlarla sınanır. Nitekim, izzetinin dayanağı
Müslümanların umut kapısı o aziz vatanında – büyük İslam
topraklarında- inançsızlığın yayıldığını, bu dinin yücelmesini
istemeyenlerin kontrolü ele geçirmiş olduklarını, ve dinine
sahip çıkanın elinde kor ateş tutana benzemeye başladığını
görür. Kendisinin de her türlü işkenceye aday olduğunu, bir
çıkış bulamadığı takdirde hapislerde çürütüleceğini, kısacası
ilim ve talimle arasına engel konacağını anlar.
Bu durumda imamın önünde üç seçenek vardır: Ya;
eli kolu bağlı bir esir olarak hapishanelerin ücra köşelerine
atılıp ilmi yok olacaktır; ki bu, ders vermeye, halkı
bilgilendirmeye ve delilleriyle insanlara sunmak üzere dinin
gizli hazinelerini bulup çıkarmaya alışmış bir alim için
gerçekten ağır bir durumdur; ya da, dalkavukluk, yağcılık,
……..edecek, ilerisinde de ya kırk katır ya kırk satır… yahut
da hicret edecek, madem ki, Allah’ın arzı geniş. Yüce Allah’ın
şu ayetini hatırladı: “Allah’ın yeryüzü geniş değil mi? O
halde orada hicret edersiniz.”
11.Mısır’a hicret etti, oradan Şam’a geçti,
Kahire’ye döndü, sora ikinci kez Şam’a döndü, nihayet
Kahire’ye yerleşmeye karar verdi. Gerek Kahire’deki ikameti ve
gerekse Şam seyahatleri esnasında daima bir ışık olmuş,
ikametgahı dar veya geniş olsun, medrese düzeyinde bilgi
arayanların değil, gerçek ilim taliplerinin karargahı bir okul
olmuştur. Buralarda öğrenciler yazılan kitaplardan bilginin
kaynaklarına ulaşmaktadır. İlim pazarı oldukça hareketli ve
bereketlidir. Alimlerin gönülleri İslam’la huzurludur. Kevseri
bu araştırmacıların zihinlerini o eserlere çevirmekte,
kapalılıklarını izah ederek, bilgisinin çağlayanından,
düşüncesinin meyvelerinden sunarak onları bu kaynaklara
yönlendirmektedir.
12.Bu satırların yazarı, hocayla ancak
vefatından iki sene önce görüşebildi, ancak ruhsal tanışmam
yıllar öncesine, yazılarını okuduğum zamanlara uzanır.
Neşrettiği bir yazma eser üzerine yazdıklarını, telif
eserlerini okuyordum. Ancak benim de bu değerli alimin
gönlünde, onun benim gönlümdeki yerine benzer bir yerimin
olduğunu doğrusu tahmin bile edemezdim. Ta ki, Husnu’t-Tekadî
fî Sîreti’l-Imam Ebû Yûsuf el-Kâdî adlı eserini okudum ve
orada gördüm ki, Allah razı olsun, Ebû Yûsuf’a atfedilen
çözümler bölümünde, benden güzel sözlerle bahsetme lütfunda
bulunmuş. Büyük zatlardan, alimlerden iltifatlar işittim,
ancak ant olsun ki, hiçbir zaman bu değerli hocanın övgüsünden
duyduğum kadar şeref duymadım. Çünkü bu övgü, ilmî madalyalar
vermeye hakkıyla yetkili olan bir zatın takdir ettiği ilmî bir
madalya idi.
Onunla karşılaşmak için çabalıyor, ancak
adresini bilmiyordum. Bir gün el-Ataba el-Hadra meydanında
yürüyordum, nurlu ve vakarlı bir yaşlı adam gördüm. Ak saçları
ve sakalları sanki bedeninden fışkıran hakikat nuru idi. Türk
alimlerin giydiği elbiseden giyiyordu. Suriye’den gelen
öğrenciler etrafını sarmıştı, içimde onun aradığım hoca olduğu
hissi uyandı. Öğrenciler ayrılır ayrılmaz birisine sordum, “Bu
hoca kimdir?” “Kevseri Hoca” dedi. Hemen adresini öğrenmek
üzere yanın koştum, kendimi tanıttım ve gördüm ki benim
görüşme arzum gibi, o da benimle görüşmeyi istiyormuş. Daha
sonra ziyaretine gittim ve gördüm ki o, eserlerinde
tanıdığımdan da daha büyük bir alim ve Mısır’daki bir
hazinedir.
13.Burada, hocanın hayatından ancak çok az
kişinin muttali olduğu bazı hususlara değinmek istiyorum.
Böylece ondan herkes faydalansın, tatlı kaynağına bütün ilim
talebeleri varabilsinler, gürül gürül akan bu kaynaktan kana
kana içip istifade etsinler istedim. Kahire Üniversitesi Hukuk
Fakültesi meclisine Şeriat bölümü, şu önergeyi sundu:
Fakültenin lisansüstü öğretim yapılan bölümlerinden Şeriat
kısmında ders vermek üzere değerli hoca davet edilsin.
Meclisin değerli üyeleri, hocanın İslam i ilimlerdeki
yetkinliğini anlayıp, büyük ilmi çalışmalarını da tanıyınca
meclis önergeyi kabul etti.
Bu hadisenin hemen akabinde Şeriat bölüm
başkanı ile birlikte, yanına gittik, ancak hem kendisinin hem
de eşinin hastalığı ve gözünün az görmesi nedenleriyle, özür
beyan ederek görevi kabul etmemesi ve mazur görülmesi
hususundaki ısrarıyla karşılaşmamız, bizim için soğuk bir
sürpriz oldu. Biz ricamızda ısrar ettikçe o da mazeretini
beyan etmeyi sürdürdü. Artık hiç bir çaremiz kalmayınca ona
beklediğimiz ve temenni ettiğimiz bu ilmi yardımlaşma konusunu
bir kez daha düşünmesini rica ettik. Daha sonra yeniden tek
başıma gittim, ricamı tekrarlayıp ısrarımı sürdürdüm. Bu kez
benimle açıkça konuşarak dedi ki: “…Muhakkak ki orası ciddi
bir ilim yeridir, ders vermem için güçlü olmam ve dersi
istediğim gibi vermem gerekir, yaşlı ve rahatsız olmamın
yanında, eşimin de rahatsızlığı, üstelik hayatta benden başka
kimsesinin olmayışı, bütün bunlar bu görevi gönlüme göre
yapmama müsaade etmiyor.”
14.Hocanın huzurundan ayrılırken kendi kendime
şöyle diyordum: Bu insan bedeninde ne ulvi bir ruh hapsolunmuş!..,
İşte bu, Kevseri’nin ruhudur.
Türlü belalarla sınanan ve hepsinin üstesinden
gelen bu saygın kişi sevdiklerini kaybetmekle de imtihan
edildi. Yaşarken çocuklarının hepsini kaybetti. Ölüm onları
peş peşe alıp götürdü, her ölüme bir yürek yangını, her yürek
yangınıyla ruhta açılan yaralar, kalbi dolduran
hüzünler…Şüphesiz o, bütün bunlara “ilim” sayesinde
dayanabildi; bir de Hz. Yakub’un o meşhur sözünü
tekrarlayarak: “Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır, yardım
makamı ise Allah’tır.” Fakat sevinçte ve kederde hayat
arkadaşı ya da ardı ardına gelen onca dertten sonra
kader/keder arkadaşı sabretmeye çabalıyor, sabrını zorluyordu.
Evet hoca onu teselli etmek, yaralarını sarmakla meşgul idi.
Üstelik kendisi de tedaviye muhtaç iken.
Sabır,
şükür ve hamd ederek Rabbine yürüdü; nitekim, günahsız
sıddîklar da Rablerine böyle yürürler. Allah ondan razı olsun,
ihsanıyla onu memnun etsin.
Bu makale, İmam Kevserî’nin
“İhkâkül hak bi ibtali’l-batıl fî muğîsü’l-halk”
adlı eserin girişinde, 1988 tarihli Medine baskısı 3-10
sayfaları arasında yayımlanmıştır.
Okutman., Gazi Üniv. İlahiyat
Fak., e-mail: nizamettin955@hotmail.com
Zahid el- Kevseri 1952 tarihinde
vefat etmiş, elinizdeki makale ise onun vefatından
yaklaşık bir yıl sonra yazılmıştır.
|
 |